7 Ekim 2013 Pazartesi

YETİMHANE


 

 

Sabah serinliğinin eşlik ettiği güneş ışıklarını izliyordu Halil. İnsanların sıcacık yataklarından kalkmak üzere olduğu o anlar, onun için gözlerini bile kırpmadan geçirdiği geceden uyanma vaktiydi. Yetimhanenin soğuk koridorlarında demir kapıların yankısı duyulmaya başlamıştı bile. Dışarıda akan zamana inat, burada saatler işlemiyordu adeta. Yaşam dışarıdaydı, mutluluk dışarıdaydı, umudun ise izi bile yoktu bu yetimhanede Halil için. Yine hayallere dalmış düşünürken en yakın arkadaşı, sırdaşı Mahmut gözlerini ovuşturarak güçlükle yatağından doğruldu. Esnemesini bitirdikten sonra birkaç saniye öylece durdu. Sonra başını kaldırarak:

“ Ulan yine mi uyumadın, gün içinde uyuklarsan yine yersin dayağı bak karışmam!” dedi.

Halil ise omuzlarını silkerek o her zamanki umursamaz tavrıyla yanıt verdi:

“ Aman be uyku tutmadı yine. Annem belki bugün gelir ha ne dersin?”

Yıllardır aynı cevabı almaktan bıkan Mahmut aynı omuz hareketiyle yatağına yeniden uzandı.

Halil ve Mahmut çok iyi arkadaşlardı. Gün içinde hep birlikte vakit geçirirlerdi. İkisi de henüz yeni doğmuş bir halde, biri şehrin bir ucunda diğeri ise öbür ucunda, ıssız bir sokakta bulunup hemen yetimhaneye getirilmişti. Sonra ikisini de ne arayan ne soran oldu. Tam tamına sekiz yıl böyle geçti. Onlarınki kader arkadaşlığından da öteydi. Kaldıkları süre boyunca başlarından birçok olay geçmişti. Kimi zaman karınları ağrıyana dek gülüşüp eğlenir kimi zamansa yaşlarının küçüklüğüne inat iki yetişkin adam gibi dertleşirlerdi. O anlarda koca dünyanın yükünü sırtlanırlardı. Neden yetimhanedeydiler ve neden dışarıdaki yaşıtları gibi bir yaşamları yoktu bir türlü anlam veremezlerdi.

Halil oldukça sakin bir çocuktu. Siyah saçlarına eşlik eden kömür karası gözlerinde hep bir hüzün vardı. Gülerken bile onun gerçekten mutlu olup olmadığını bilemezdi kimse. Kavga etmeyi sevmez, sahip olduğu ufacık bir şeyi bile paylaşırdı. Zaten yetimhanede fazla bir şeye de sahip değillerdi. Herkesle iyi geçinmeye çalışır, evlatlık verilen diğer arkadaşlarının ardından gözyaşı dökerdi. Ama az sonra onların mutlu birer yuvaya kavuştuklarını düşününce en az onlar kadar mutlu olurdu. Ailesi ile ilgili hiçbir bilgiye sahip değildi ama annesinin bir gün mutlaka gelip kendisini alacağını hayal ederdi. İlk başlarda bu hayalini rüyasında görebilmek için akşam olmasını iple çekerdi. Hemen uykuya dalar ve rüyasında gördüğü annesine doyamazdı. Annesinin yüzünü her defasında farklı görürdü. Fakat bir süre sonra uyumamaya başladı. Çünkü gördüğü rüyalara kendisini o kadar çok kaptırmıştı ki, annesinin gelişini en önemlisi de onun yüzünü bir an önce görebilmek için yetimhanenin camından ayrılmazdı.

Mahmut ise Halil’in aksine öfkeli ve acımasız bir çocuktu. Onun bu tavırları,  yetimhanede bir süre sonra ‘çelik yelek’ lakabıyla anılmasına neden olmuştu.  Altı yaşındaki bir çocukta olması gereken masumluktan eser yoktu.  Biraz da kıskançlığı vardı. Halil’in başka bir çocukla oynadığını görse yanlarına gider kavga çıkartırdı.

Yetimhane günleri birbiri ardına geçiyordu. Bir çocuk evlat edinmek için yetimhaneye gelen aileleri kocaman bir ordu karşılardı adeta. Sevgiye acıkmış onca çocuk, kapıda ve merdivenlerde, gelen aileye hoş görünmek için türlü numaralar yaparlardı. Gerçekte bu manzara içler acısıydı. Aslında tek istedikleri mutlu bir aile ortamında yaşamlarını sürdürmek olan bu çocuklar, gelenleri yetimhane müdürünün odasına dek izler, kendilerini sevdirmeye çalışırlardı.

Gelen aileler genellikle tüm çocuklara ilgi göstermeye çalışırdı. Bazıları ise alışık olmadığı bu manzara karşısında ne yapacağını şaşırıp onlardan uzak dururdu. Yaşamla ilgili tek fikirleri geldikleri bu yetimhaneden başka bir şey olmayan bu çocuklar sanki bir an önce denizine kavuşmak için çırpınan, karaya vurmuş gümüş renkli balıklar gibiydiler.

Yine böyle bir gün yetimhane kapısının önünde son model bir araba durdu. İçinden şık giyimli orta yaşlarda bir kadın ve bir adam indi. Hallerine bakılırsa varlıklı bir aileydi. Çocuklar ailenin etrafında etten bir duvar örmeye başladılar. Kimi kadının çantasını taşımak istiyor kimi gülen gözlerle onlara bakıyordu. İlk şaşkınlığını atan aile, kendilerine eşlik eden görevli ile birlikte hemen merdivenleri çıkıp müdürün odasına yöneldiler.

Müdürün kapısı kapandıktan sonra dışarıda kulaktan kulağa söylentiler başlamıştı bile. Yeni bir aile yeni bir çocuk demekti. Kendine ait bir oda, oyuncaklar ve sevgi demekti.

Gerçekten de gelen aile çok varlıklıydı. Çocukları olmuyordu ve evlat edinmeye karar vermişlerdi. İkisi de oldukça heyecanlı görünüyordu. Uzun bir görüşmenin ardından müdür, evlat edinmeye karar verildikten sonra bir takım yasal kuralları açıklamaya koyuldu. Bu iş o kadar da kolay değildi fakat aile, evlat edinmek için gerekli tüm koşullara sahipti. İşe önce çocukları tanımaktan başlamalıydılar. Evlat edinecekleri çocuğa karar verdikten sonra uzunca bir süreç onları bekliyordu.

Haftalar süren geliş gidişler sonunda aile çocuklarla ilgili her tür bilgiyi aldıktan sonra, Halil’i tanımaya karar verdi. Bunun üzerine yetimhane müdürü Halil’i odasına çağırttı. Haber çarçabuk duyulmuştu. Kulaktan kulağa küçük Halil’e piyango gibi bir ailenin vurduğu konuşulmaya başlandı. Anne dedikleri bir görevlinin eşliğinde meraktan kocaman açılmış gözlerle, müdürün odasının yolunu tuttu Halil. Sevinçten çok şaşkınlığı görülmeye değerdi doğrusu. Birkaç evlatlık girişimi yaşamıştı fakat sonuç hüsrandı. Fakat Mahmut bu işten hiç de memnun olmuşa benzemiyordu. Arkadaşı ile ilgili endişeleri vardı.

Halil odaya girer girmez aile onu ilk görüşte çok sevmişti. Onun masum bakışları ve içeri girerken takındığı mağrur halleri aileyi derinden etkiledi. Kısa bir sohbetin ardından Halil odadan koşarak çıktı. Soluğu Mahmut’un yanında aldı ve heyecanla içeride ne konuştuklarını anlattı. Mahmut ise arkadaşının aksine yüzü hiç gülmüyordu ve isteksizce:

“Sen deli misin? Ya bir gün annen seni almaya gelir de bulamazsa ne olacak? Biliyorsun evlatlık verildikten sonra ailene bir daha kavuşamazsın. Hatırlasana geçen hafta Betül’ü annesi onu almaya gelmişti ve kızının evlatlık verildiğini duyunca kahrolmuştu. Sen de aynı duruma mı düşmek istiyorsun?”

Halil gerçekten de annesinin yokluğunu derinden hissediyor ve onu hiç tanımamasına rağmen çok özlüyordu. Çoğu geceler ağlamaktan ıslanan yastığında sabahlamak zorunda kalmıştı. Her seferinde yastığını ters çevirirdi diğer çocuklar onun ağladığını fark ederse dalga geçerlerdi.  Kimseye belli etmiyordu ama bir gün annesinin gelip kendisini alacağından emindi. Mahmut’a döndü ve:

“Doğru haklısın ama tam sekiz yıldır buradayım. Acaba bir gün annem gelir mi? Bize ailelerimiz hakkında bilgi de verilmiyor. Kimler, nerede yaşıyorlar bilmiyoruz. Ama bak ne diyeceğim, bu aile çok zengin. Düşünsene kendime ait bir odam olacak. Üstelik çeşit çeşit oyuncaklar, güzel giysiler. Üstelik enfes yemekler. Hem biliyor musun hizmetçileri bile varmış, bir de evlerinin arkasında kocaman bir havuz…Sen de gelirsin birlikte eğleniriz ha!”

Halil bunları anlatırken nefes bile almıyordu. Anlattıkça giderek heyecanlanıyor, kendisini bekleyen bu yeni lüks hayatı gözünde canlandırıyordu. Fakat Mahmut, onun coşkusuna bir anlam veremiyor, bir gün mutlaka annesinin geleceğini söyleyip duruyordu.

“Hem” dedi Mahmut. “Ya bu aile görünümündeki kişiler organ mafyasıysa? Seni alıp her yerini parça parça keserlerse. Düşünsene bir kere oğlum! Belki de kesip biçecekler seni”

Halil birden ürktü ama pek de belli etmemeye çalışarak. “Yok canım, araştıracaklar ya” Dedi.

“Neyi araştıracaklar. Tut ki evliler ve gerçekten de kocaman bir evde zenginlik içinde yaşıyorlar. Ama bu durum onların organ mafyası olmadığını göstermez salak!”

Mahmut elinden geldiğince Halil’i vazgeçirmek için diller dökmeye, onu korkutmaya çalışıyordu. En önemlisi de annesinin bir gün mutlaka geleceğini söyleyip duruyordu. Bunun üzerine Mahmut:

“Tamam o zaman ben de müdüre bir şartla gideceğimi söylerim. Annemle ilgili bana bilgi verir ve beni annemin sonsuza dek buraya bıraktığı konusunda ikna ederse, bu aileye giderim”

“Salak sen de. Hiç böyle bir bilgiyi sana verirler mi? Ama istersen ben öğrenmeye çalışırım gizlice”

Halil’in gözleri birden parladı.

“Nasıl yapacaksın peki?”

“Sen o işi bana bırak. Madem artık ayrılacağız senin” Dedi Mahmut.

“Ama nasıl yapacaksın dedim”

“Temizlikçi Ziya Ağabey var ya, işte o, bizim tüm dosyalara ulaşabiliyormuş. Yalnız biraz para vermemiz lazım. Sen biriktirdiklerini ver bana, bendekilerden de ekleriz. Yalnız bu iş çok gizli kimseye söyleme sakın yakarsın sonra hepimizi.”

Ertesi gün yetimhanenin tüm anahtarlarının bulunduğu Ziya adında bir temizlik görevlisinin yanına gitti ve biriktirdiği bir miktar parayı adama uzattı. Parayı alan adam, çocuğun kendisinden istediği şeyi yapmaya söz verdi. Müdürün odasına gizlice girecek ve Barış’a ait dosyayı inceleyecekti. Burak, adamı Barış’a söylememesi konusunda ikna etmeyi de ihmal etmedi. Bunu ona kendisi söylemek istiyordu. Üç gün sonra buluşmak üzere ayrıldılar.

Barış ise arkadaşının kendisine yaptığı fedakârlık karşısında minnettardı. Heyecanla Burak’ın kendisine getireceği haberi bekliyordu.

Tam üç gün sonra temizlikçi ile Burak, yetimhanenin kuytu bir köşesinde buluştular. Adam biraz korkuyordu ama para için her şeyi yapmaya hazır bir tipti. Burak’ı köşeye çekti ve:

“İstediğin dosyaya ulaştım. Barış’ın annesi onu doğururken ölmüş. Babası da garibanın biriymiş zaten bakamayacağı için buraya bırakmış. Sonra ne aramış ne sormuş, yani babasının onu aradığına dair bir bilgi yok. Ha bir de babası alkolikmiş”

“Tamam Ziya abi sağolasın. Bak sakın bunları Barış’a söyleme”

“Tamam tamam merak etme. Hadi şimdi gitmem gerek. Daha bir sürü işim var”

Burak edindiği bu bilgilerden sonra soluğu Barış’ın yanında aldı.

“Oğlum müjde” Dedi. “Annen seni bıraktıktan sonra defalarca ziyaretine gelmiş ama çok küçükmüşsün hatırlamazsın. Sonra yurt dışına çıkmış, çalışmak için. Yani bir gün mutlaka gelip seni alacak, hata etme”

Barış, aldığı bu haber üzerine birden umutlandı.

“Ne diyorsun sen gelmiş ha, vay be. Belki de benim için gitti yurt dışına, para biriktirip sonra da beni alacak ha nesrin olur mu olur”

“Tabi ya oğlum olmaz mı? Ne şanslısın be!”

Barış’ın annesine olan özlemi sanki bir kat daha arttı. Onun bir gün mutlaka gelip kendisini alacağı konusunda iyice umutlandı. Gelen aileyi gözü görmemeye başladı. Geldikleri zaman Burak’ın ona verdiği taktiklerle, onlara kötü davranıyor hatta küfür bile ediyordu. Aile ise o ilk gördükleri Barış’ın bu denli farklı bir çocuk olacağına inanmak istemiyorlardı ama Barış çok huysuzluk yapıyordu. Durumu fark eden müdür de çocuğun bu tavırlarına bir anlam veremiyordu. Defalarca kendisiyle konuşmasına rağmen, Barış kötü bir çocuk olmaktan vazgeçmedi.

Ardı ardına geçen aylar sonunda aile Barış’ı evlat edinmekten vazgeçti ve başka bir çocuğu evlat edinmeye karar verdi.

Barış, Burak’ın yanına giderek, “Sen çok iyi bir dostsun. Bir gün annem beni alıp götürdüğünde, senin de ara sıra bizde kalman için ısrar edeceğim” Diyordu.

Günler günleri kovaladı ve Barış, yetimhanenin penceresinden dışarıyı seyrederken kendisini evlat edinmek isteyen ailenin geldiğini gördü. Neredeyse büyük bir hata yapıp bu aileyle gidecektim diye geçirirken Ziya adındaki temizlikçinin yanına yaklaştığını fark etti.

“Ne o” Dedi Ziya alaylı bir tavırla. “Pişmanlığına mı bakıyorsun?”

“Ne pişmanlığı?”

“Bu gelen aileye çok zengin diyorlar. Neden gitmedin onlarla?”

“Bana ne zenginliklerinden. Paraları onların olsun. Ben annemi bekleyeceğim”

“Ne annesi?”

“Annem işte. Bir gün beni gelip alacak inanıyorum”

“Ne diyorsun sen be çocuk. Anne manne yok”

Elbette Ziya’dan bir çocuğun psikolojisini anlaması beklenemez ama annesinin onu doğururken öldüğü bilgisi ancak bu kadar damdan düşer gibi söylenirdi. Ziya, çocuğun zihninde ve yüreğinde açacağı yaralara aldırmaksızın sözlerini sürdürdü:

“Ne annesi oğlum, Burak bacaksızı sana söylemedi mi annenin seni doğururken öldüğünü?”

Barış bu sözler üzerine birden hiddetlendi.

“Ne diyorsun sen, ne saçmalıyorsun! Hem sen nerden biliyorsun?”

Ziya tüm olan biteni Barış’a anlattı. Duydukları karşısında arkadaşının ona neden yalan söylediğini bir türlü anlamadı. Ama birkaç dakika sonra gördüğü manzara her şeyi açıklıyordu. Çünkü boyundan büyük yetimhane penceresinin önünde otururken, onu evlat edinmek isteyen aile başka bir çocuğu yanlarına almış, son model arabalarının arka koltuğunda yerini almasını bekliyorlardı. Bu çocuk ise Burak’tan başkası değildi.

Burak arkasına bile bakmadan, hiçbir açıklama yapmadan çekip gidiyordu. Dünya bu kadar acımasız mıydı? Koskoca yetimhanenin duvarları Barış’ın gözünde küçüldü de küçüldü. Dostum dediği birinin ona bunu yapması çok ağrına gitmişti. Demek bu yüzden annesinin öldüğünü söylememişti. Ama bu büyük bir haksızlık değil miydi? Onu boş yere umutlandırmış, şimdi ise büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştı. Onun küçücük yüreğinde açılan bu derin yara ömrü boyunca kapanmayacaktı. En kötüsü de artık küçük Barış kimseye ama kimseye güven duymanın ne olduğunu bilmeyecekti.

Barış yanaklarından süzülen yaşlara aldırmaksızın, annesinin öldüğüne mi, önüne çıkan ve belki de bir daha asla yakalayamayacağı bu fırsatı kaçırdığına mı yoksa arkadaşının kalleşliğine mi bilinmez yaşlı gözlerle araba gözden kaybolana dek bakakaldı.
.................................
İşte hayat da böyle bir yerdir. Çoğu zaman bu yazıda olduğu gibi yaşam bize böyle insanları sunar. Bazen Barış bazen de Halil oluruz. Yüreğimizin ve karşılaştığımız herkesin Barış kalması dileğiyle...

 

 

 

 

 

15 Şubat 2013 Cuma

NE DOĞRU...

Sadece seni görmek istiyorum kısacası. İnsan sadece görmekle bile bir çok yükü kaldırabilir, umud edebilir ve hayal kurmaya devam edebilir. Ama sen anlamazsın. Çünkü bir şeyleri anlamak için bazı yönden eksik olmalısın...OĞUZ ATAY-TEHLİKELİ OYUNLAR

yok ki böyle bekleyen...var mı ki?


12 Şubat 2013 Salı

Kuş olsam, uçsam uzaklara

Kuşlara özeniyorum bazen, ne güzel istedikleri yere kanat çırpıyorlar. Merak ettim sordum birine, ne kadar da özgürsünüz, mutlu olmalısınız bundan diye? Cevabı yapıştırdı suratıma: - Göründüğü gibi değil, bizim de özgürlüğümüz rüzgara bağlı...

BASKET ATMA YARIŞI


 

 

 

Bir okulda her yıl düzenlenen basket atma yarışları öğrenciler için büyük önem taşırdı. Yarışlardan sonraki tüm yılı düzenlenen müsabakalarla ilgili yorumlar yapılır, takımlar eleştirilirdi. Öğrenciler bundan büyük bir zevk duyardı. Aynı zamanda çok şiddetli tartışmaların da yaşandığı görülürdü. Farklı etapların bulunduğu bu yarışmalar tüm okul öğrencileri için bulunmaz bir eğlence idi.

Dönem sonu gelmiş ve tüm takımlar son hazırlıklarını yapmıştı. Koşu, yüzme, tenis, masa tenisi, basketbol ve hentbol takımlarının yarışının ardından sıra, altıncı sınıf öğrencilerinden oluşan basket atma yarışmasına gelmişti. Sekiz kişinin bulunduğu takımlar yerlerini aldı ve sıralarının gelmesini beklemeye koyuldular. Bu oyun çok basitti. Her takımda bulunan sekiz kişi sırayla basket atışı yapacak ve üç atış sonucunda isabetli atışlar toplanacaktı. Sonunda en çok puan alan takım kazanacaktı. Aslında çok basit bir oyundu ve bu oyun sadece altıncı sınıf öğrencileri için düzenlenirdi.

O yıl bir takımın seyircileri önceki yıl kurallara uygun olmayan tavır ve davranış sergiledikleri için içeri alınmadı. Bu hem seyirci hem de takım için hiç de iyi olmamıştı. Çünkü takıma moral veren seyirci tezahüratları çok önemliydi. Takım yine de moralini bozmadı. Kendilerinden önce yarışan ekipleri dikkatle seyrettiler. Sıra kendilerine geldiğinde ise salona çıkar çıkmaz, rakip takımın seyircileri hiç de hoş olmayan sloganlar atmaya başladı. Salon tam anlamıyla inliyordu. Her bir taraftan moral bozucu nağmeler miniklerin kulaklarından çınladı. Kulak vermemeye çalışsalar da bu mümkün değildi.

Takımın her bir oyuncusu sırayla atış yapmaya başladı. Salon sanki anlaşmış gibi, hep bir ağızdan oyuncular tam potaya atış yapacakken “hooooooooooop güüüüüüm!” diye bağırmaya başladı. Tabi bir de can sıkıcı bağrışmalar cabası…

Sekiz oyuncudan yedisi salondaki tüm olumsuzluklardan etkilenmiş olacak ki hiçbir atışı tutturamadı. Sadece bir erkek öğrenci tüm atışlarında isabetliydi ve takımına puan kazandıran tek kişiydi.

Bu durum okula yeni gelen İngilizce öğretmeninin oldukça ilgisini çekti. Takımları çalıştıran koçlardan birinin yanına gitti ve “Bu çocuk kim? Aferin onu hiçbir şey etkilemedi ve başardı. Hem de onca moral bozucu sözlere rağmen” dedi. Takıma koçluk yapan spor öğretmeninden aldığı yanıt ise oldukça düşündürücüydü:

“ O öğrencinin ismi Suat ve de doğuştan sağırdır”

Gerçekte yaşamda da bu böyledir. Tüm olumsuzluklara karşı kulaklarımızı tıkayabilirsek başarıyı yakalamada büyük bir adım atmış oluruz.

ZAMANLA GİDEN


Yaşamımız boyunca, bize değmeden geçen öyle çok mutluluk, sevgi ve hayatımızı olumlu yönde etkileyecek fırsat var ki, ama önem sıralamasında payı daha büyük olan koşuşturmalardan nefes nefeseyizdir. Aslında çoğu kez kendimize değil de, başkaları için tüketiriz bunu. Bu gibi durumlarda insan kendini futbol topu gibi hisseder; kendine bir faydan yoktur ama başkalarına zaferler kazandırırsın. Halbuki her insan hayat içinde ayrı bir hayattır ve her anını zevkle yaşaması gerekirken, çoğu kez, iç içe olması  gereken duygulardan yoksun, zamanın yitirdikleriyle birlikte yaşar gider.

Zamanla giden bir şeyler var. Çocukken bağıra bağıra akıttığımız göz yaşlarımızı, şimdi içimize atıyoruz. Kâğıt helvamızı elimize alıp gezindiğimiz yollarda, beklentiler eşlik ediyor şimdi bize. Bir su birikintisinin içine düşmek eskisi kadar mutlu etmiyor bizi, içimizi acıtan, bir sürü para verip aldığımız kıyafetimiz. Belki de, yaşam bize, bunları tekrar yaşama şansı bile vermeyecek kim bilir?

Sizce yaşam nedir? Bu soruyu hiç kendinize sordunuz mu? Bence yaşam, tercihlerin tümüdür ve bu da size bağlı. Bunun için ne yaşarsanız yaşayın, önce kendiniz için bir şeyler yapmakla işe başlayın hem de hiç vakit kaybetmeden. Çünkü yaşarken bir türlü inanamadığınız ölüm, bir gün tüm varlığıyla hissettirecek kendini ve siz, yıllarca uğraşıp, bir merdivenin tepesine çıktığınızda, onu yanlış duvara dayadığınızı fark edeceksiniz. Bu da pişmanlığın ta kendisi olacaktır.

EN KORKUNÇ HAYVAN


 

 

Küçük çocuk oyuncakları ile oynadığı sırada, bir anda başını kaldırdı ve karşı kanepede gazete okuyan babasına bir soru sordu:

“Baba, eğer karşına çıksa, sen en çok hangi hayvandan korkarsın?”

 Fakat arkadaşları oyun oynamak için dışarıdan ona seslendiklerini fark ettiğinde, sorusunun yanıtını bile beklemeden sokağa fırladı. Babası ne olduğunu bile anlamadan, çocuk çoktan evden çıkmıştı. Ama çocuğunun kendisine yönelttiği soru ilgisini çekmedi de değildi. Acaba en çok hangi hayvandan korkuyordu? Gazetesini bir köşeye koydu ve kendi kendine düşünmeye başladı.

İlk aklına gelen hayvan köpekti. İnsanlar genelde, bu hayvandan korkardı ama köpekten korkmaya gerek yoktu. Ona iyi davranıp, üzerine de taş atamadığın sürece saldırmazdı. Hatta köpeklere yemek verip karınlarını doyurduğunuzda, ekmek yediği kapıya asla ihanet etmez, ömür boyu da sadık dostunuz olarak kalırdı. Adam, “Evet evet” Dedi kendince, “Köpekten niye korkayım ki”

Daha sonra “Aslan da görsem korkmam. Çünkü onlar doyacağından fazlasına asla dokunmaz, hiçbir şeyi telef etmez” diye düşündü. “Peki ya yılana ne demeli? Ekonomik bir kaygısı yok, politik kavgası da yok. Hele sömürüsü hiç yok. Hatta ulaşmak istediği dişi için, hemcinsiyle cesurca savaşıp, mücadelesini kaybettiğinde, karşısındakileri öldürmesi yok. Böyle bir durumda, arkasına bile bakmadan çekip giden bir hayvandır yılan”

Timsah olabilir miydi acaba? Hayır hayır olmazdı. Çünkü timsahlar, hakaret etmez, kalp kırmaz ve vefasızlık yapmazdı. Ayrıca ön yargılarıyla hareket edip, kimseye yargısız infaz yapmazdı.

“Filler ise dev cüsselerine inat duygusal ve bir o kadar da samimi hayvanlardır. Sevdikleri öldüğünde, o da üzüntüsünden kahrolur. Cesedin olduğu yere her gün gelip, kemikler kalana dek ziyaret eder ve sonra kalanlardan hortumuna sıkıştırarak, çekip gider. Çünkü bu, onun için çok özel bir hatıradır”

“Eeee” Dedi adam “Ne kaldı ki geriye? Dinozorların da nesli tükendi”

Adamcağız bu düşünceler içinde epey uğraştı durdu. Çocuğunun sorusunun yanıtını bir türlü bulamıyordu. Aslında yanıt, tümüyle bu cümlelerde gizliydi ve sonunda onu en çok korkutan hayvanı buldu. Ama bunu çocuğuna nasıl açıklayabilirdi işte onu kestiremedi ve cevabı bulmanın mutluluğu içinde, yine kendi kendine mırıldandı:

“İşte bu yüzdendir ki; beni en çok korkutan hayvan, insandır, insan”