Sabah serinliğinin eşlik ettiği güneş ışıklarını izliyordu Halil.
İnsanların sıcacık yataklarından kalkmak üzere olduğu o anlar, onun için
gözlerini bile kırpmadan geçirdiği geceden uyanma vaktiydi. Yetimhanenin soğuk
koridorlarında demir kapıların yankısı duyulmaya başlamıştı bile. Dışarıda akan
zamana inat, burada saatler işlemiyordu adeta. Yaşam dışarıdaydı, mutluluk
dışarıdaydı, umudun ise izi bile yoktu bu yetimhanede Halil için. Yine
hayallere dalmış düşünürken en yakın arkadaşı, sırdaşı Mahmut gözlerini
ovuşturarak güçlükle yatağından doğruldu. Esnemesini bitirdikten sonra birkaç
saniye öylece durdu. Sonra başını kaldırarak:
“ Ulan yine mi uyumadın, gün içinde uyuklarsan yine yersin dayağı bak
karışmam!” dedi.
Halil ise omuzlarını silkerek o her zamanki umursamaz tavrıyla yanıt
verdi:
“ Aman be uyku tutmadı yine. Annem belki bugün gelir ha ne dersin?”
Yıllardır aynı cevabı almaktan bıkan Mahmut aynı omuz hareketiyle
yatağına yeniden uzandı.
Halil ve Mahmut çok iyi arkadaşlardı. Gün içinde hep birlikte vakit
geçirirlerdi. İkisi de henüz yeni doğmuş bir halde, biri şehrin bir ucunda
diğeri ise öbür ucunda, ıssız bir sokakta bulunup hemen yetimhaneye
getirilmişti. Sonra ikisini de ne arayan ne soran oldu. Tam tamına sekiz yıl
böyle geçti. Onlarınki kader arkadaşlığından da öteydi. Kaldıkları süre boyunca
başlarından birçok olay geçmişti. Kimi zaman karınları ağrıyana dek gülüşüp
eğlenir kimi zamansa yaşlarının küçüklüğüne inat iki yetişkin adam gibi
dertleşirlerdi. O anlarda koca dünyanın yükünü sırtlanırlardı. Neden
yetimhanedeydiler ve neden dışarıdaki yaşıtları gibi bir yaşamları yoktu bir
türlü anlam veremezlerdi.
Halil oldukça sakin bir çocuktu. Siyah saçlarına eşlik eden kömür karası
gözlerinde hep bir hüzün vardı. Gülerken bile onun gerçekten mutlu olup
olmadığını bilemezdi kimse. Kavga etmeyi sevmez, sahip olduğu ufacık bir şeyi
bile paylaşırdı. Zaten yetimhanede fazla bir şeye de sahip değillerdi. Herkesle
iyi geçinmeye çalışır, evlatlık verilen diğer arkadaşlarının ardından gözyaşı
dökerdi. Ama az sonra onların mutlu birer yuvaya kavuştuklarını düşününce en az
onlar kadar mutlu olurdu. Ailesi ile ilgili hiçbir bilgiye sahip değildi ama
annesinin bir gün mutlaka gelip kendisini alacağını hayal ederdi. İlk başlarda
bu hayalini rüyasında görebilmek için akşam olmasını iple çekerdi. Hemen uykuya
dalar ve rüyasında gördüğü annesine doyamazdı. Annesinin yüzünü her defasında
farklı görürdü. Fakat bir süre sonra uyumamaya başladı. Çünkü gördüğü rüyalara
kendisini o kadar çok kaptırmıştı ki, annesinin gelişini en önemlisi de onun
yüzünü bir an önce görebilmek için yetimhanenin camından ayrılmazdı.
Mahmut ise Halil’in aksine öfkeli ve acımasız bir çocuktu. Onun bu
tavırları, yetimhanede bir süre sonra
‘çelik yelek’ lakabıyla anılmasına neden olmuştu. Altı yaşındaki bir çocukta olması gereken
masumluktan eser yoktu. Biraz da
kıskançlığı vardı. Halil’in başka bir çocukla oynadığını görse yanlarına gider
kavga çıkartırdı.
Yetimhane günleri birbiri ardına geçiyordu. Bir çocuk evlat edinmek için
yetimhaneye gelen aileleri kocaman bir ordu karşılardı adeta. Sevgiye acıkmış
onca çocuk, kapıda ve merdivenlerde, gelen aileye hoş görünmek için türlü
numaralar yaparlardı. Gerçekte bu manzara içler acısıydı. Aslında tek
istedikleri mutlu bir aile ortamında yaşamlarını sürdürmek olan bu çocuklar,
gelenleri yetimhane müdürünün odasına dek izler, kendilerini sevdirmeye
çalışırlardı.
Gelen aileler genellikle tüm çocuklara ilgi göstermeye çalışırdı.
Bazıları ise alışık olmadığı bu manzara karşısında ne yapacağını şaşırıp
onlardan uzak dururdu. Yaşamla ilgili tek fikirleri geldikleri bu yetimhaneden
başka bir şey olmayan bu çocuklar sanki bir an önce denizine kavuşmak için
çırpınan, karaya vurmuş gümüş renkli balıklar gibiydiler.
Yine böyle bir gün yetimhane kapısının önünde son model bir araba durdu.
İçinden şık giyimli orta yaşlarda bir kadın ve bir adam indi. Hallerine
bakılırsa varlıklı bir aileydi. Çocuklar ailenin etrafında etten bir duvar
örmeye başladılar. Kimi kadının çantasını taşımak istiyor kimi gülen gözlerle
onlara bakıyordu. İlk şaşkınlığını atan aile, kendilerine eşlik eden görevli
ile birlikte hemen merdivenleri çıkıp müdürün odasına yöneldiler.
Müdürün kapısı kapandıktan sonra dışarıda kulaktan kulağa söylentiler
başlamıştı bile. Yeni bir aile yeni bir çocuk demekti. Kendine ait bir oda,
oyuncaklar ve sevgi demekti.
Gerçekten de gelen aile çok varlıklıydı. Çocukları olmuyordu ve evlat
edinmeye karar vermişlerdi. İkisi de oldukça heyecanlı görünüyordu. Uzun bir
görüşmenin ardından müdür, evlat edinmeye karar verildikten sonra bir takım
yasal kuralları açıklamaya koyuldu. Bu iş o kadar da kolay değildi fakat aile,
evlat edinmek için gerekli tüm koşullara sahipti. İşe önce çocukları tanımaktan
başlamalıydılar. Evlat edinecekleri çocuğa karar verdikten sonra uzunca bir
süreç onları bekliyordu.
Haftalar süren geliş gidişler sonunda aile çocuklarla ilgili her tür bilgiyi
aldıktan sonra, Halil’i tanımaya karar verdi. Bunun üzerine yetimhane müdürü
Halil’i odasına çağırttı. Haber çarçabuk duyulmuştu. Kulaktan kulağa küçük
Halil’e piyango gibi bir ailenin vurduğu konuşulmaya başlandı. Anne dedikleri
bir görevlinin eşliğinde meraktan kocaman açılmış gözlerle, müdürün odasının
yolunu tuttu Halil. Sevinçten çok şaşkınlığı görülmeye değerdi doğrusu. Birkaç
evlatlık girişimi yaşamıştı fakat sonuç hüsrandı. Fakat Mahmut bu işten hiç de
memnun olmuşa benzemiyordu. Arkadaşı ile ilgili endişeleri vardı.
Halil odaya girer girmez aile onu ilk görüşte çok sevmişti. Onun masum
bakışları ve içeri girerken takındığı mağrur halleri aileyi derinden etkiledi. Kısa
bir sohbetin ardından Halil odadan koşarak çıktı. Soluğu Mahmut’un yanında aldı
ve heyecanla içeride ne konuştuklarını anlattı. Mahmut ise arkadaşının aksine
yüzü hiç gülmüyordu ve isteksizce:
“Sen deli misin? Ya bir gün annen seni almaya gelir de bulamazsa ne
olacak? Biliyorsun evlatlık verildikten sonra ailene bir daha kavuşamazsın. Hatırlasana
geçen hafta Betül’ü annesi onu almaya gelmişti ve kızının evlatlık verildiğini
duyunca kahrolmuştu. Sen de aynı duruma mı düşmek istiyorsun?”
Halil gerçekten de annesinin yokluğunu derinden hissediyor ve onu hiç
tanımamasına rağmen çok özlüyordu. Çoğu geceler ağlamaktan ıslanan yastığında
sabahlamak zorunda kalmıştı. Her seferinde yastığını ters çevirirdi diğer
çocuklar onun ağladığını fark ederse dalga geçerlerdi. Kimseye belli etmiyordu ama bir gün annesinin
gelip kendisini alacağından emindi. Mahmut’a döndü ve:
“Doğru haklısın ama tam sekiz yıldır buradayım. Acaba bir gün annem gelir
mi? Bize ailelerimiz hakkında bilgi de verilmiyor. Kimler, nerede yaşıyorlar
bilmiyoruz. Ama bak ne diyeceğim, bu aile çok zengin. Düşünsene kendime ait bir
odam olacak. Üstelik çeşit çeşit oyuncaklar, güzel giysiler. Üstelik enfes
yemekler. Hem biliyor musun hizmetçileri bile varmış, bir de evlerinin
arkasında kocaman bir havuz…Sen de gelirsin birlikte eğleniriz ha!”
Halil bunları anlatırken nefes bile almıyordu. Anlattıkça giderek
heyecanlanıyor, kendisini bekleyen bu yeni lüks hayatı gözünde canlandırıyordu.
Fakat Mahmut, onun coşkusuna bir anlam veremiyor, bir gün mutlaka annesinin
geleceğini söyleyip duruyordu.
“Hem” dedi Mahmut. “Ya bu aile görünümündeki kişiler organ mafyasıysa?
Seni alıp her yerini parça parça keserlerse. Düşünsene bir kere oğlum! Belki de
kesip biçecekler seni”
Halil birden ürktü ama pek de belli etmemeye çalışarak. “Yok canım,
araştıracaklar ya” Dedi.
“Neyi araştıracaklar. Tut ki evliler ve gerçekten de kocaman bir evde
zenginlik içinde yaşıyorlar. Ama bu durum onların organ mafyası olmadığını
göstermez salak!”
Mahmut elinden geldiğince Halil’i vazgeçirmek için diller dökmeye, onu
korkutmaya çalışıyordu. En önemlisi de annesinin bir gün mutlaka geleceğini
söyleyip duruyordu. Bunun üzerine Mahmut:
“Tamam o zaman ben de müdüre bir şartla gideceğimi söylerim. Annemle
ilgili bana bilgi verir ve beni annemin sonsuza dek buraya bıraktığı konusunda
ikna ederse, bu aileye giderim”
“Salak sen de. Hiç böyle bir bilgiyi sana verirler mi? Ama istersen ben
öğrenmeye çalışırım gizlice”
Halil’in gözleri birden parladı.
“Nasıl yapacaksın peki?”
“Sen o işi bana bırak. Madem artık ayrılacağız senin” Dedi Mahmut.
“Ama nasıl yapacaksın dedim”
“Temizlikçi Ziya Ağabey var ya, işte o, bizim tüm dosyalara
ulaşabiliyormuş. Yalnız biraz para vermemiz lazım. Sen biriktirdiklerini ver bana,
bendekilerden de ekleriz. Yalnız bu iş çok gizli kimseye söyleme sakın yakarsın
sonra hepimizi.”
Ertesi gün yetimhanenin tüm anahtarlarının bulunduğu Ziya adında bir
temizlik görevlisinin yanına gitti ve biriktirdiği bir miktar parayı adama
uzattı. Parayı alan adam, çocuğun kendisinden istediği şeyi yapmaya söz verdi.
Müdürün odasına gizlice girecek ve Barış’a ait dosyayı inceleyecekti. Burak,
adamı Barış’a söylememesi konusunda ikna etmeyi de ihmal etmedi. Bunu ona
kendisi söylemek istiyordu. Üç gün sonra buluşmak üzere ayrıldılar.
Barış ise arkadaşının kendisine yaptığı fedakârlık karşısında
minnettardı. Heyecanla Burak’ın kendisine getireceği haberi bekliyordu.
Tam üç gün sonra temizlikçi ile Burak, yetimhanenin kuytu bir köşesinde
buluştular. Adam biraz korkuyordu ama para için her şeyi yapmaya hazır bir
tipti. Burak’ı köşeye çekti ve:
“İstediğin dosyaya ulaştım. Barış’ın annesi onu doğururken ölmüş. Babası
da garibanın biriymiş zaten bakamayacağı için buraya bırakmış. Sonra ne aramış
ne sormuş, yani babasının onu aradığına dair bir bilgi yok. Ha bir de babası
alkolikmiş”
“Tamam Ziya abi sağolasın. Bak sakın bunları Barış’a söyleme”
“Tamam tamam merak etme. Hadi şimdi gitmem gerek. Daha bir sürü işim var”
Burak edindiği bu bilgilerden sonra soluğu Barış’ın yanında aldı.
“Oğlum müjde” Dedi. “Annen seni bıraktıktan sonra defalarca ziyaretine
gelmiş ama çok küçükmüşsün hatırlamazsın. Sonra yurt dışına çıkmış, çalışmak
için. Yani bir gün mutlaka gelip seni alacak, hata etme”
Barış, aldığı bu haber üzerine birden umutlandı.
“Ne diyorsun sen gelmiş ha, vay be. Belki de benim için gitti yurt
dışına, para biriktirip sonra da beni alacak ha nesrin olur mu olur”
“Tabi ya oğlum olmaz mı? Ne şanslısın be!”
Barış’ın annesine olan özlemi sanki bir kat daha arttı. Onun bir gün
mutlaka gelip kendisini alacağı konusunda iyice umutlandı. Gelen aileyi gözü
görmemeye başladı. Geldikleri zaman Burak’ın ona verdiği taktiklerle, onlara
kötü davranıyor hatta küfür bile ediyordu. Aile ise o ilk gördükleri Barış’ın
bu denli farklı bir çocuk olacağına inanmak istemiyorlardı ama Barış çok
huysuzluk yapıyordu. Durumu fark eden müdür de çocuğun bu tavırlarına bir anlam
veremiyordu. Defalarca kendisiyle konuşmasına rağmen, Barış kötü bir çocuk olmaktan
vazgeçmedi.
Ardı ardına geçen aylar sonunda aile Barış’ı evlat edinmekten vazgeçti ve
başka bir çocuğu evlat edinmeye karar verdi.
Barış, Burak’ın yanına giderek, “Sen çok iyi bir dostsun. Bir gün annem
beni alıp götürdüğünde, senin de ara sıra bizde kalman için ısrar edeceğim”
Diyordu.
Günler günleri kovaladı ve Barış, yetimhanenin penceresinden dışarıyı
seyrederken kendisini evlat edinmek isteyen ailenin geldiğini gördü. Neredeyse
büyük bir hata yapıp bu aileyle gidecektim diye geçirirken Ziya adındaki
temizlikçinin yanına yaklaştığını fark etti.
“Ne o” Dedi Ziya alaylı bir tavırla. “Pişmanlığına mı bakıyorsun?”
“Ne pişmanlığı?”
“Bu gelen aileye çok zengin diyorlar. Neden gitmedin onlarla?”
“Bana ne zenginliklerinden. Paraları onların olsun. Ben annemi
bekleyeceğim”
“Ne annesi?”
“Annem işte. Bir gün beni gelip alacak inanıyorum”
“Ne diyorsun sen be çocuk. Anne manne yok”
Elbette Ziya’dan bir çocuğun psikolojisini anlaması beklenemez ama
annesinin onu doğururken öldüğü bilgisi ancak bu kadar damdan düşer gibi
söylenirdi. Ziya, çocuğun zihninde ve yüreğinde açacağı yaralara aldırmaksızın
sözlerini sürdürdü:
“Ne annesi oğlum, Burak bacaksızı sana söylemedi mi annenin seni
doğururken öldüğünü?”
Barış bu sözler üzerine birden hiddetlendi.
“Ne diyorsun sen, ne saçmalıyorsun! Hem sen nerden biliyorsun?”
Ziya tüm olan biteni Barış’a anlattı. Duydukları karşısında arkadaşının
ona neden yalan söylediğini bir türlü anlamadı. Ama birkaç dakika sonra gördüğü
manzara her şeyi açıklıyordu. Çünkü boyundan büyük yetimhane penceresinin
önünde otururken, onu evlat edinmek isteyen aile başka bir çocuğu yanlarına
almış, son model arabalarının arka koltuğunda yerini almasını bekliyorlardı. Bu
çocuk ise Burak’tan başkası değildi.
Burak arkasına bile bakmadan, hiçbir açıklama yapmadan çekip gidiyordu.
Dünya bu kadar acımasız mıydı? Koskoca yetimhanenin duvarları Barış’ın gözünde
küçüldü de küçüldü. Dostum dediği birinin ona bunu yapması çok ağrına gitmişti.
Demek bu yüzden annesinin öldüğünü söylememişti. Ama bu büyük bir haksızlık
değil miydi? Onu boş yere umutlandırmış, şimdi ise büyük bir hayal kırıklığına
uğratmıştı. Onun küçücük yüreğinde açılan bu derin yara ömrü boyunca
kapanmayacaktı. En kötüsü de artık küçük Barış kimseye ama kimseye güven
duymanın ne olduğunu bilmeyecekti.
Barış yanaklarından süzülen yaşlara aldırmaksızın, annesinin öldüğüne mi,
önüne çıkan ve belki de bir daha asla yakalayamayacağı bu fırsatı kaçırdığına
mı yoksa arkadaşının kalleşliğine mi bilinmez yaşlı gözlerle araba gözden
kaybolana dek bakakaldı.